Sorunlu Okul Çocuğu kitabı Alfred Adlerin eseridir. Kitabın birinci basımı Ağustos 1996 yılında Cem Yayınevinden çıkmıştır. Kitabın özgün adı Die Seele des schwer erziehbaren Schulkindes’dir.
Alfred Adler, 1870 yılında Viyana’da dünyaya gelmiştir. Tıp okuduktan sonra hekimlik yapmış, daha sonrasında ise Freud ile tanışarak onun çalışmalarında bulunmuştur. Adler, 1911 yılında Freud’dan ayrılarak psikanalizin sosyal psikolojik yanı üzerine çalışmıştır. Adler, sosyal ilgi’nin temel rol oynadığı bir teori geliştirmiştir.
Adler, çocukluk döneminde hastalıklar, kıskançlık, kendini çirkin görme ve annesi tarafından reddedilme duyguları ile mücadele etmiştir. Adler, kendini annesinden ziyade babasına daha yakın hissetmiştir. Bu Freud’un Ödipal karmaşasını reddetmesine sebep olmuştur.
Adler, ailesi tarafından başarısız olarak değerlendirilen bir çocukken sonrasında çok gayret göstererek büyük başarılara imza atmıştır. Adler’in yaşadığı bu deneyim, bireylerin sahip olduğu aşağılık hissinin telafisi yönünde geliştirdiği teorinin temelini oluşturmuştur.
Adler, Sorunlu Okul Çocuğu adlı kitabının başında bizlere şema kavramını açıklar. Ona göre, çocuk yaşamının ilk dört ila beş yılında izlenimler yaparak bu süreci tamamlar. Bu izlenimler ilk olarak kendi vücudu ikinci olarakta dışarıdan kaynaklanan uyarılardır. İlk beş yıldan sonra kişinin yaşantısı yeni yasalara göre değil, önceden hazırlanmış yasanın kurallarına uygunluk içinde gerçekleşir. Bütün ömrü boyunca, ilgisi, duyumsaması, düşünce ve davranışları ilk beş yılda edindiği yaşam üslubuna uygun biçimde bir akış sergiler. Yaşam sürecinde kişi oluşturduğu çarkın işleyişini kolaylaştırmak için birtakım kurallar, ilkeler ve karakter özellikleri geliştirir. Birey, hayatı algı şemaları ile yaşar, bu algılardan sonuç çıkartır ve eylemleri varılmak istenen amaca uygun şekilde biçimlenir.
Adler, bu kitapta güç eğitilebilir çocukların yaşam üsluplarını belirlemeye çalışmıştır. Bu çalışmada parça parça olan dışa vurumları incelemiş ve yorumlamış, bu şekilde bütün ile ilişki kurmuştur. Adler incelemeleri sonucunda tüm dışavurumlarda önemli iki ortak nokta yakalamıştır. Bunların ilki, toplumsallık duygusu ve toplumsal ilgi arasındaki işbirliğinin derecesi; ikincisi ise bireyin ne yoldan kişisel üstünlüğe ulaştığı (güvenlik, güç, mükemmellik, başkalarını değerden düşürme)’dir.
Yaşamın üç temel sorunu vardır, Adlere göre. Bunlar, toplum, meslek ve sevgidir. Bu temel sorunların zamana uygun biçimde çözülmemesi ya da gerekli şekilde hazırlık yapılmaması, bireyde bir aşağılık kompleksi, aşağılık kompleksinin başarısız şekilde dengelenmesiyle de bir üstünlük kompleksi ortaya çıkar. Hatalı davranış sonucu oluşmuş olan semptomların kavranabilmesi için öncelikle yaşam üslubunun bütünselliğini kabul etmek şarttır. Yaşam üslubunun bütünselliğini kabul eden ve önemini kavrayan kişi, belirtilerin değil ancak yaşam üslubunu değiştirebileceğini de anlayacaktır.
Adler, insanın ruh yaşamına, oluşum sürecini yaşayan bir nesne gözüyle bakar. O, her canlı organizmanın ideal son şekline ulaşmak için çaba harcaması gibi ruhsal yaşamın da toplum içinde karşılaştığı, değişik cinsiyetteki kişilerin birbiriyle ilişkisinden doğan sorun ve güçlükler içinden kendine bir yol açarak üstünlük amacına varmaya çalıştığını savunur. Bu çaba sonunda kişiden mutlak doğruya ulaşması beklenmez fakat bireylerde bulunan eğilim kabul edilmelidir.
İnsanların kullandıkları “iyi” ve “güzel” kavramları toplum tarafından toplumun yararı için belirlenen kavramlardır. Bu aynı zamanda toplumsallık sorununun dil ile dışa vurumunun bir göstergesidir. Bireyler toplum tarafından oluşturulan bir çerçevenin içinde yaşarlar ve Adler, kimsenin bu çerçevenin dışına çıkamayacağını savunur. Bu düşünceye göre doğru sonuçlar ancak toplumsallık göz önünde tutulduğu zaman elde edilebilir. Bu nedenle bireyin hatalı yanıt vermesi sonucunda insanlar arası ilişkiler sisteminde buna karşı tepkilerin görülmesi çok doğaldır. Sistem içinde hatalı yanıt verenler toplumla kaynaşamamış ve kendini bütünün bir parçası olarak göremeyen kimselerdir. Fakat Adler, kendini topluma ait hissetmeyen insanların, uygarlığın kendileri için sağladığı faydaları düşünerek ve tutumunun sakıncalarını hesaba katarak toplumu kabullenmesi gerektiğini savunur. Bunun sonucunda ise toplumsal ilgi kavramını, toplumla kaynaşmanın bir yüzü olarak nitelendirir. Cesaret ise, bir kimsenin kendisini toplumun bir enstrümanı hissetme ritmidir.
Varlığımız duruk bir nesne değildir. Birey, gelişime karşı bir eğilim içindedir. Bu eğilime karşı savaşçıl bir tutum takınmak yerine, karşılaştığımız güçlükleri bizleri aktif bir iyimserliğe götürecek ödevler olarak nitelendirmeliyiz. Adler, insan olmayı bütünün bir parçası olmak ve kendini bütünün bir parçası hissetmek olarak tanımlar. Kişinin, bir kez var olan ilişkileri derli toplu görebilmesi, onu topluma yararlı, ileriye yönelik bir devinim çizgisi üzerine yerleştirir.
İnsan toplumdan bağımsız şekilde yaşayamaz. Özellikle insanın doğa karşısındaki güçsüzlüğü dikkate alındığında toplumsallık yasasının süregelmişliliği anlaşılır. Adler, bir arada yaşamanın insan soyunun en büyük keşfi olarak nitelendirir. İnsan doğa karşısında yeterli güçle donatılmamıştır. Hayatta kalmak için doğaya söz geçirmeyi ve ondan yararlanmayı öğrenmek zorundadır. Bu düşüncenin devamında Adler, uygarlığın gelişim sürecindeki değerli buluşların kaynağını insanın güçsüzlüğünün aldığını açıklar.
Kitaba göre, toplumsallık duygusunun kaynağında anne yer alır. Süt çocuğunun annesiyle ilişkisi, toplumsallık yolunda atılmış ilk adımdır. Çocuk ile anne arasında sen ve ben kavramları gelişir. Burada anneye düşen ödevler vardır. Bunun sonucunda çocuk kendi toplumsallık çerçevesini oluşturacaktır. Annenin çevresi ile kurduğu ilişki çocuğa kendisinin gelecekte toplumla nasıl ilişki kurması gerektiğini öğretir.
Adler, toplum için yararlı olanı ahlak ve etik olarak nitelendirir. Aynı durum estetik içinde söz konusudur. Güzel olan şey kamu için kaybolmayacak bir değere sahip olmalıdır. Fakat bu konularda hata yapılması da olağan karşılanmalıdır. İnsan yapısı gereği hata yapmaya açıktır fakat aynı zamanda değişim özelliklerimiz ile hataları görüp düzeltme yeteneğine de sahibizdir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de değerlendirme yaparken kişilerin kendileri hakkındaki düşüncelerinden ziyade davranışlarına bakmamız gerektiğidir. Bir kişi kendini bencil olarak değerlendirirken, Adler, o kişinin başkalarını düşünen biri olarak saptanabileceğini söylemiştir.
İnsanların büyük bir bölümünde ilgili çabanın insan gücünü aştığıyla ilgili bir düşünce vardır. Adler, böylelerini gelişim sürecine hiç katkı sağlamayan kötümserler olarak değerlendir. Yazar bu durumu şu örnekle açıklar. İlk atalarımız kuyruklarıyla birlikte ağaç tepelerinde oturuyorlar diye düşünelim. İçlerinden biri durup diyor ki “ne diye çaba harcıyoruz ki bu insan gücünü aşan bir şeydir”. Eğer atalarımız kötümser davranıp çaba harcamasaydı, biz de bu gün kıvrım kıvrım kuyruklar ile ağaç tepelerinde olurduk. Ama görüyoruz ki artık kuyruklu atalarımızdan eser kalmadı, hepsi yok oldu. Bireysel psikoloji, bir takım zorluklar ortadan kalkarsa her şeyin düzeleceği fikrine inanmaz. Birey, yaratıcılık gücünü kullanıp toplumsallık duygusuna ulaşmalıdır.
Adler, annenin çocukla ilişkisinin toplumsallık duygusunun kaynağı olarak ele alır. Ben burada anne kavramı yerine temel bakım veren demeyi tercih ediyorum. Birçok çocuk annesiz olmadan yetişmek zorundadır. Anne yerine baba, nine, dede, ya da herhangi bir temel bakım görevlerini yerine getiren bir birey de çocuğun toplumsallık duygusunun gelişimine kaynaklık edecektir. Adler’in anne – çocuk ilişkisinde dikkat ettiği noktaları göz önüne aldığımızda, annenin ya da bir diğer değişle temel bakım verenin toplumsallık duygusunun gelişmiş olması gerekmektedir ki çocuğa bu duyguyu öğretebilsin. Eğer temel bakım veren çocukla iletişim kurma konusunda yetersizse ve ya sadece çocuk ile ilgilenip diğer insanlara karşı bencil bir tutum takınıyorsa bu, çocuğun ilerde çevresine karşı umursamaz bir tutum takınmasına neden olacaktır.
Adler’in sorunlu çocuğa yaklaşımını anlayabilmemiz için öncelikle Adler’in çocuğa bakış açısını kavramamız gerekiyor. Bu tutum, her çocuğun bir aşağılık duygusuyla ilerlediği, bu süreçte duygularını dengelemeye çalıştı, devamında da üstünlük eğilimi gösterdiğini kabul etmeyi gerektirir. Çocuk hayat boyu karşılaştığı zorluklar ile başa çıkmak için çaba harcar. Burada dikkat etmemiz gereken çocuğun olumlu yönde mi yoksa olumsuz yönde mi çaba harcadığıdır. Olumludan kasıt ise kamu için olumlu olandır. Örneğin bir okulda çocuğun olumlu çabası ondan eğitim sisteminin belirttiği nitelikleri yerine getirmektir. Buna göre, doğru, dürüst, çalışkan olan, insan haklarına saygılı, üretken ve aynı zamanda Atatürk ilke ve inkılaplarını kavramış bir çocuk, olumlu yönde çaba harcıyor demektir. Eğer bir çocuk toplumun belirlediği olumlu davranışları gerçekleştirmek için çaba harcamıyorsa bunun nedeni hakkında düşünmemiz gerekir. Adler, bunun nedeninin, çocuğun toplumsallık duygusunun gelişmemesi olarak ifade eder. Toplumsallık duygusuna bağlı olmayan bireyden cesaret göstermesi beklenemez. Cesaret göstermek yerine, duraksamayı, durmayı, kaçmayı, karşılarına çıkan sorunu başkalarına zarar verecek şekilde çözmeyi kendileri için daha kolay görürler.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde Adler’in güç eğitebilir çocuklarla ilgili verdiği örnekleri görüyoruz. Bu çocuklar, sınıfta kalan, okula gitmek istemeyen, okul konusunda çevresine güçlük çıkaran, okulda uyumsuz davranış sergileyen çocuklardır. Adler, bu çocukların toplumsallık duygusunu kavrayamadıkları için her insanda olduğunu kabul ettiği aşağılık duygusunu yanlış doğrultuda aşmaya çalıştıklarını ifade eder. Bunun sonucunda ise sorunlu çocuklar karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlar göz önüne alındığında, çocukların olumlu ve olumsuz davranışlarının altında yatan asıl sebep bir yönüyle diğerlerinden farklı ve üstün olma çabasıdır.
Kaynakça
Adler, A. (1996). Sorunlu Okul Çocuğu. İstanbul: Cem Yayınevi