Yaşadıklarımız hakkında konuşmayı pek sevmiyoruz. Onları yaşamış olanların hiçbir açıklamaya ihtiyacı yok. O olayları yaşamayanlar ise ne o zaman hissettiklerimizi ne de şimdi hissettiklerimizi anlayabilir (Frankl, 2019, s. 20)
Birçok tutuklunun gözlemlerinin ve deneyimlerinin sonucu olarak ortaya çıkan büyük miktarlardaki malzeme incelendiği zaman, kamp sakinlerinin kamp yaşamına yönelik ruhsal tepkilerinin üç evresi açıklık kazanır: Kampa alınışını izleyen dönem, kamp rutinine çok iyi uyum sağladığı dönem ve serbest bırakılışımı izleyen dönem.
Birinci evreye tipik olan belirti (semptom) şok tepkisidir. Bazı durumlarda, tutuklunun kampa resmen alınışından önce bile şok ortaya çıkabilir (Frankl, 2019, s. 23).
Psikiyatride “af yanılsaması” denilen bir durum vardır. İdama mahkûm edilen bir insan, infazından hemen önce, son dakikada affedilebileceği yanılsamasına kapılır (Frankl, 2019, s. 24).
O anda açık gerçeği gördüm ve ruhsal tepkimin ilk evresinin doruk noktası olan şeyi yaşadım: Geçmişimin tamamını dışarıda bırakmıştım (Frankl, 2019, s. 29).
Garip bir mizahın yanı sıra, bir başka duygu daha benliğimizi sardı: Merak. Daha öncesinde bu tür bir merakı, bazı garip durumlara karşı temel bir tepki olarak hissetmiştim. Bir tırmanma kazasında hayati bir tehlikeye girince, o anda tek bir duyguya kapılmıştım: Kazadan sağ mı kurtulacağım, yoksa kafatası parçalanmış vs. şekilde yaralanmış olarak mı çıkacağım konusunda yoğun bir merak (Frankl, 2019, s. 31).
Şimdi bize, insanı kabaca her şeye alışabilen bir varlık olarak tanımlayan Dostoyevski’nin sözlerinin doğru olup olmadığı sorulacak olursa, cevabımız, “Evet, insan her şeye alışabilir, ama nasıl olduğunu bize sormayın,” olacaktır. Psikolojik araştırmalarımız henüz oraya gelmedi; biz tutsaklar da o noktaya ulaşmış değildik. Henüz ruhsal tepkimizin ilk evresindeydik (Frankl, 2019, s. 32).
Sanırım bir keresinde Lessing şöyle demişti: “Aklınızı kaybetmenize neden olacak şeyler vardır ya da kaybedecek aklımız yoktur.” Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki normal bir davranıştır (Frankl, 2019, s. 34).
Bir toplama kampına düşen bir insanın tepkisi de zihnin anormal bir durumuna karşılık gelir, ama nesnel olarak yargılandığı zaman normaldir ve daha sonra göstereceğimiz gibi, o şartlara gösterilen tipik bir tepkidir. Tanımladığım bu tepkiler birkaç gün içinde değişmeye başladı. Tutsaklar, ilk evreden İkincisine geçiyordu; bu, kişinin bir tür duygu yitimine girdiği nisbi duyarsızlık evresiydi.
Yukarıda anlatılan tepkilere ek olarak, yeni gelen tutuktular, öldürmeye çalıştıkları acı dolu duyguların içinde kıvranıyordu. Her şeyden önce, tutsağın, evine ve ailesine yönelik sınırsız özlemi söz konusuydu. Bu duygu çoğunlukla öylesine akut oluyordu ki, kişi, özlemin kendisini yiyip bitirdiğini hissediyordu. Bunu tiksinti izliyordu: Onu çepeçevre kuşatan olanca çirkinliğe ve bunu çağrıştıran her şeye yönelik bir tiksinti (Frankl, 2019, s. 35).
Ama ruhsal tepkilerin ikinci evresine geçen bir tutuklu artık gözlerini çevirip bakmıyordu bile. O zamana kadar duygulan körelmiş ve izlediği şeyden etkilenmez bir hale gelmiştir (Frankl, 2019, s. 36).
Tutuklunun ruhsal tepkilerinin ikinci evresinde ortaya çıkan semptomlar, duygu yitimi (apati), yani kişinin hissetmeyi göze alamadığı coşku ve duygularını köreltmesiydi; bu da sonunda tutukluyu, her gün ve her saat karşı karşıya olduğu dayağa karşı duyarsızlaştırıyordu. Bu duyarsızlık yoluyla tutuklu, kendini kısa zamanda çok gerekli ve koruyucu bir kabukla kaplıyordu (Frankl, 2019, s. 38).
Gariptir, bazen, hedefini şaşıran bir darbe, hedefini bulandan daha çok yaralayıcı olabiliyor (Frankl, 2019, s. 38).
Dayak olaylarının en acı verici kısmı, çağrıştırdıkları onur kırıcı şeylerdi (Frankl, 2019, s. 39).
Kafama bir düşünce saplandı: Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamım kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım. Tam bir yalnızlık konumunda, insan kendini olumlu eylemle dile getiremediği, çektiği acılara doğru bir tavırla -onurlu bir tavırla- katlanmaktan başka yapacak hiçbir şeyi olmadığı zaman, sevdiği insana ilişkin içinde taşıdığı imgeye sevgiyle yoğunlaşarak doyuma ulaşabiliyordu (Frankl, 2019, s. 52).
O ana kadar çok iyi öğrendiğim tek şeyi biliyordum: Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok ötesine geçer. Sevgi en derin anlamım, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulur. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkıyor (Frankl, 2019, s. 53).
Kamp yaşamının ender bulunur hazları, bir tür negatif mutluluk -Schopenhauer’in dediği gibi “acıdan kurtuluş”- sağlıyor, ama bu bile nisbi kalıyordu. Gerçekten pozitif mutluluk ise çok azdı (Frankl, 2019, s. 62).
Çalışma grubunda kısa sürede öleceğimi biliyordum. Ama öleceksem, hiç olmasa bunun bir anlamı olmalıydı (Frankl, 2019, s. 64).
İnsan, onurunu bir toplama kampında bile koruyabilir. Dostoyevski bir keresinde şöyle demişti: “Beni korkutan tek bir şey var: Acılanma değmemek.” Kamptaki davranışları, acılan ve ölümleri, son içsel özgürlüğün kaybedilemeyeceği gerçeğine tanıklık eden şahitlerle tanıştıktan sonra, bu sözler sık sık aklıma geliyordu. Bu insanların çektikleri acıya değdikleri söylenebilir; acıya katlanma yollan, gerçek bir içsel başarıydı. Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan şey de, insanın elinden alınamayan işte bu ruhsal (tinsel) özgürlüktür (Frankl, 2019, s. 82).
Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamı tamamlanmış olmaz.
Bir insanın kendi kaderini ve içerdiği olanca acıyı kabul ediş yolu, kendi davasını seçiş yolu, ona, en ağır koşullar altında bile, yaşamına daha derin bir anlam katma fırsatı verir. Yaşam, yiğitçe, onurlu ve özgecil olabilir. Ya da bu şiddetli kendini koruma kavgasında kişi, kendi insan onurunu unutup bir hayvan düzeyine inebilir. Burada, insanın, zor bir durumun sunduğu ahlâki değerlere ulaşma fırsatlarından yararlanma ya da vazgeçme arasındaki seçimi yatmaktadır. Bu da, o insanın acılarına değip değmediğini belirler (Frankl, 2019, s. 82).
Psikoterapi yöntemiyle veya koruyucu ruh sağlığı önlemleriyle, kampın tutuklu üzerindeki hastalık yaratıcı etkisiyle mücadele çabasının, tutukluya gelecekte bir hedef göstererek, ona içsel bir güç kazandırmayı amaçlaması gerekiyordu. Bazı tutuklular, içgüdüsel olarak kendileri için böyle bir amaç bulmaya çalışıyordu. Sadece geleceğe bakarak -kendi evrensel doğası içinde- yaşayabilmek, insana özgü bir olgudur. İnsanın, bazen kendini konuya yoğunlaştırmak zorunda kalsa da, varoluşunun en zor anlarındaki kurtarıcısı da işte budur (Frankl, 2019, s. 88).
Spinoza’nın Etika’da dediği gibi: “Affectus, qui passio est, desinit esse passio simulatque eius claram et distinctum formamus ideam.” Yani, acı duygusu, buna ilişkin net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an, acı olmaktan çıkar (Frankl, 2019, s. 89).
Bir insanın ruhsal durumuyla -cesareti ve umudu ya da bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğunu bilenler, umut ve cesaretin birdenbire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğini anlayacaktır (Frankl, 2019, s. 91).
Bir insan, acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır; bu onun tek ve eşsiz görevidir (işidir). Acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaktır. Hiç kimse onu acıdan kurtaramaz ya da onun yerine acı çekemez. Eşsiz fırsatı, taşıdığı yüke katlanma yolunda yaratmaktadır (Frankl, 2019, s. 93).
“Was Du erlebst, hann fecine Macht der Welt Dir rauben.” (“Dünyadaki hiçbir güç yaşadığın şeyi elinden alamaz”). Artık geçmişte kalmasına karşın, sadece yaşadıklarımız değil, yaptığımız hiçbir şey, sahip olduğumuz düşüncelerin, çektiğimiz onca acının hiçbirisi kaybedilmiş değildi; geçmişi biz yaratmıştık. Geçmişte yapmış ya da olmuş olmak, var olmanın bir başka, belki de en emin şekliydi (Frankl, 2019, s. 98).
Her çatışma zorunluluk gereği nevrotik değildir; bir ölçüde çatışma normal ve sağlıklıdır. Benzer bir şekilde acı çekmek her zaman için patolojik bir olgu değildir; acı, nevrotik bir semptom (belirti) olmaktan çok, özellikle varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa, insanca bir başarı da olabilir. İnsanın kendi varoluşuna anlam bulma arayışının, halta buna yönelik kuşkusunun, her durumda bir hastalıktan kaynaklandığını ya da böyle bir hastalığa yol açtığını kesinlikle reddediyorum. Varoluşsal engellenme kendi içinde patolojik (hastalıklı) olmadığı gibi patojenik (hastalık yaratıcı) da değildir. Bir insanın, yaşamın yaşamaya değer oluşuna ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıdır. Ama kesinlikle bir ruh hastalığı değildir. Böyle bir şeyi ruh hastalığı terimiyle yorumlayan bir doktor, hastasının varoluşsal umutsuzluğunu, uyuşturucu ilaçlar yığınının altına gömebilir. Bunun yerine onun görevi, varoluşsal gelişim ve gelişme krizi boyunca hastaya yol göstermektir (Frankl, 2019, s. 116).
Logoterapi, insanı, temel ilgisi sadece itkilerinin ve içgüdülerinin doyumu ve giderilmesinden ya da ıd’in, egonun veya süper egonun çatışan istekleri arasında sadece uzlaşma sağlamaktan ya da sadece topluma ve çevreye uyum sağlamaktan ve uyarlamaktan değil, bir anlam bulma çabasından oluşan bir varlık olarak görmesi ölçüsünde psikanalizden ayrılmaktadır(Frankl, 2019, s. 117).
Nietzsche’nin şu sözlerinde bilgelik vardır: “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir.” (Frankl, 2019, s. 118).
İnsanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir. İhtiyaç duyduğu şey, her ne pahasına olursa olsun gerilimi boşaltmak değil, onun tarafından yerine getirilmeyi bekleyen potansiyel bir anlamın çağrısıdır. İnsanın ihtiyaç duyduğu şey, homeostatis değil, benim “noö-dinamikler’’ dediğim şeylerdir. Yani kutbun birinin yüklenecek anlamla, diğerinin de anlamı verecek kişiyle temsil edildiği çift kutuplu bir gerilim alanındaki varoluşsal dinamiklerdir. Bunun, sadece normal koşullar için geçerli olduğu düşünülmemelidir; bu, nevrotik bireylerde çok daha fazla geçerlidir. Bir mimar eski bir kemeri güçlendirmek istediği zaman kemerin üzerindeki yükü arttıracaktır, çünkü böylece parçalar daha sağlam bir şekilde birleşir. Bu nedenle terapistler, hastalarının ruh sağlığım güçlendirmek istedikleri takdirde, kişinin kendi yaşamının anlamı doğrultusunda, yeniden yöneliş yoluyla belli ölçülerde gerilim yaratmaktan korkmamalıdır.
Anlam yönelişinin yararlı etkisini böylece gösterdikten sonra, bugün birçok hastanın şikâyetçi olduğu bir duygunun, yani, yaşamlarının hepten ve nihai anlamsızlığı duygusunun zararlı etkilerine geçmek istiyorum. Bu hastalar, uğruna yaşamaya değer bir anlam bilincinden yoksundurlar. Kendi içlerindeki bir boşluk duygusunun altında ezilmektedirler. Benim “varoluşsal boşluk” (vakum) dediğim bir duruma yakalanmışlardır(Frankl, 2019, s. 119).
Varoluşsal boşluk, yirminci yüzyılın yaygın bir olgusudur. Bu anlaşılır bir şeydir; bunun nedeni, gerçek bir insan olduktan sonra insanın yaşadığı iki yönlü bir kayıp olabilir. Tarihin şafağında insan, bir hayvanın davranışlarını belirleyen ve güvence altına alan bazı hayvanca içgüdülerini kaybetmiştir. Cennet gibi, bu güvenlik de insana sonsuza kadar kapanmıştır; insan seçim yapmak zorundadır. Ne var ki buna ek olarak insan, davranışlarını yönlendiren geleneklerin hızla azaldığı son gelişme döneminde, bir başka kayıpla daha yüz yüze gelmiştir. Hiçbir içgüdü ona ne yapacağını söylemez. Hiçbir gelenek ona ne yapması gerektiğini söylemez; bazen neyi arzuladığını bile bilmez. Bunun yerine ya diğer insanların yaptığı şeyleri arzular (uydumculuk) ya da diğer insanların kendisinden yapmasını istedikleri şeyleri yapar (totalitercilik).
Son zamanlarda yapılan istatistiksel bir araştırma, Avrupalı öğrencilerin arasında yüzde 25’inin şöyle ya da böyle belirgin bir varoluşsal boşluk gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Amerikalı öğrencilerde bu, yüzde 60 olarak gözlenmiştir.
Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışa vurur. İnsanlığın, bunaltı ve can sıkıntısından oluşan iki uç arasında sonsuza kadar mekik dokumaya mahkûm olduğunu söyleyen Schopenhauer’i anlayabiliriz. Gerçekte bugün can sıkıntısı, bunaltıdan daha çok soruna yol açmakta ve elbette psikiyatristlere, çözüm bekleyen daha çok sorun sunmaktadır. Ve bu sorunlar giderek daha çok belirleyici olmaktadır, çünkü ilerleyen otomasyon, bir olasılıkla, ortalama çalışanın boş zamanında büyük bir artışa yol açacaktır. Bunun üzücü olan yanı, bu insanların, yeni kazandıkları boş zamanlarında ne yapacaklarını bilmemeleridir.
Örneğin, “Pazar günü nevrozu’nu, yani hafta içinin yoğun işlerinin telaşından sıyrılan ve kendi içlerindeki boşluk belirginleştiği zaman yaşamlarının içerikten yoksun olduğunun farkına varan insanların yaşadığı tatil depresyonunu ele alın. Birçok intihar olayı, bu varoluşsal boşluğa (vakuma) bağlanabilir. Depresyon, saldırganlık, uyuşturucu vb. alışkınlığı gibi bu türden yaygın olguları, bunların altında yatan varoluşsal boşluğu kavrayamadığımız sürece anlayamayız. Bu ayrıca emeklilerin ve yaşlı insanların yaşadığı krizler için de geçerlidir.
Ayrıca varoluşsal boşluğun kendini gösterdiği çeşitli maskeler ve kılıflar da söz konusudur. Bazen engellenen anlam istemi, en ilkel güç istemi olan para istemi de dahil olmak üzere, bir güç istemi ile temsilî bir yoldan dengelenir. Diğer durumlarda, engellenen anlam isteminin yerini haz istemi alır. Varoluşsal engellenmenin birçok durumda cinsel dengeleme ile sonuçlanmasının nedeni budur. Bu tür durumlarda cinsel libidonun, varoluşsal boşlukta serpilip yayıldığını gözlemleyebiliriz.
Nevrotik durumlarda benzer bir olay baş gösterir. Daha sonra değineceğim bazı yeni denetim mekanizmaları ve kısır döngü oluşumları vardır. Ne var ki, bu semptomolojinin, bir varoluşsal vakuma sızdığı ve burada gelişmeyi sürdürdüğü tekrar tekrar gözlenebilir. Bu tür hastalarda ele almak zorunda olduğumuz şey, noöjenik nevroz değildir. Buna karşın logoterapiyi psikoterapiye destek olarak kullanmadığımız takdirde, hastanın durumun üstesinden gelmesini kesinlikle başaramayız. Çünkü varoluşsal boşluğu doldurmak yoluyla hastanın, ileride geri tepmeler yaşaması önlenmiş olur. Bu nedenle logoterapi sadece noölojik olaylar için değil, ayrıca psikojenik (ruhsal kökenli), hatta somatojenik (bedensel kökenli) (yalancı) nevroz olayları için de tavsiye edilmektedir. Bu ışık altında bakıldığında Magda B. Arnold’un bir ifadesi haklılık bulmaktadır: “Ne kadar kısıtlı olursa olsun, her terapinin bir açıdan ayrıca logoterapi olması gerekir.” (Frankl, 2019, s. 120).
Yaşamdaki her durum insana meydan okuduğu ve çözülecek bir sorun getirdiği için, yaşamın anlamı sorunu gerçekte tersine çevrilebilir. Nihai anlamda kişinin, yaşamın anlamının ne olduğunu sormaması, bunun yerine bu sorunun muhatabının kendisi olduğunu kavraması gerekir. Tek kelime ile her insan yaşam tarafından sorgulanır ve herkes, sadece kendi yaşamı için cevap verirken yaşama cevap verir; sadece sorumlu olarak bunu yapabilir. Bu nedenle logoterapi insan varoluşunun özünü, sorumlulukta görmektedir (Frankl, 2019, s. 123).
Logoterapi, hastanın kendi sorumluluklarının tam olarak farkına varmasını sağlamaya çalışır; bu nedenle, kişiye, neye karşı, ne için ya da kime karşı sorumlu olduğunu anlaması seçeneğinin bırakılması gerekir (Frankl, 2019, s. 124).
Kişi, hizmet edeceği bir davaya ya da seveceği bir insana kendini adayarak ne kadar çok kendini unutursa, o kadar çok insan olur ve kendini de o kadar çok gerçekleştirir. Kendini gerçekleştirme denilen şey, hiç de ulaşılabilir bir şey değildir. Bunun da basit bir nedeni vardır: Kişi buna ulaşmak için ne kadar çok uğraşırsa, bunu da o kadar çok kaçıracaktır. Başka bir deyişle, kendini gerçekleştirme, sadece kendini aşmanın bir yan ürünü olarak olasıdır (Frankl, 2019, s. 125).
Bir başka insanı, kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir. Sevmediği sürece hiç kimse, bir başka insanın özünün tam olarak farkına varamaz. Sevgisi yoluyla insan, sevilen kişideki temel kişilik özelliklerini ve eğilimlerini görebilecek duruma gelir ve dahası, ondaki gerçekleşmemiş olan ancak gerçekleştirilmesi gereken potansiyelleri görür. Ayrıca sevgisi yoluyla kişi, sevdiği insanın bu potansiyelleri gerçekleştirmesini sağlar. Sevdiği insanın, ne olabileceğinin ve ne olması gerektiğinin farkına varmasını sağlayarak, potansiyellerini gerçekleşmesini sağlar.
Logoterapide sevgi, yüceltme anlamında cinsel itkilerin ve içgüdülerin sadece bir yan olgusu (epifenomen) olarak yorumlanamaz. Sevgi de cinsellik kadar temel bir olgudur. Normalde seks, sevgi için bir dışa vurum biçimidir. Seks, bir sevgi aracı olur olmaz ya da sadece bir sevgi aracı olduğu sürece haklı görülür, hatta meşrulaştırılır. Bu nedenle sevgi, seksin sadece bir yan etkisi olarak anlaşılmaz; daha çok seks, adına sevgi denilen nihai birliktelik deneyimini dışa vurmanın bir yolu olarak görülür (Frankl, 2019, s. 126).
Her nasılsa acı, bir özverinin anlamı gibi, bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor (Frankl, 2019, s. 127).
Logoterapinin temel ilkelerinden birisi, insanın temel uğraşının haz almak ya da acıdan kaçınmak değil, yaşamında bir anlam bulmak olduğunu göstermektir. İnsanın, elbette acısının bir anlamı olması koşuluyla, acı çekmeye hazır olmasının nedeni budur.
Ama şuna kesin olarak açıklık kazandıralım: Anlam bulmak için acı çekmek kesinlikle gerekli değildir. Ben sadece, acıya rağmen anlamın olası olduğunu -elbette acının kaçınılmaz olması koşuluyla- vurgulamak istiyorum. Acının kaçınılabilir olduğu durumlarda yapılacak en anlamlı şey, ister ruhsal veya fiziksel, ister politik olsun, acıya yol açan nedeni ortadan kaldırmak olacaktır. Gereksiz yere acı çekmek, kahramanca değil, mazoşistçe bir tutumdur (Frankl, 2019, s. 127).
İnsandan istenen şey, bazı varoluşçu felsefecilerin savunduğu gibi yaşamın anlamsızlığına katlanmak değil, yaşamın koşulsuz anlamlılığını ussal terimlerle kavrama yetkisinden yoksun oluşuna dayanmaktır. Logos (anlam), mantıktan (logic) daha derindir (Frankl, 2019, s. 133).
İnsan yaşamını anlamdan yoksun bırakıyor gibi görünen şeyler sadece acıyı değil, ölümü de kapsıyor. Sadece yaşamın gerçekten geçici olan yanlarının potansiyeller olduğunu söylemekten hiçbir zaman bıkmadım; ancak bu potansiyeller gerçekleşir gerçekleşmez, o anda gerçekliğe dönüşür; bunlar korunur ve geçmişe gönderilir ve burada geçicilikten kurtarılır, çünkü geçmişteki hiçbir şey geri kazanılmaz bir şekilde kaybedilmemiş, her şey geri dönülmez bir şekilde kaydedilmiştir (Frankl, 2019, s. 134).
İnsan varoluşunun temelde geçici oluşunu aklında tutan logoterapi, kötümser değil, eylemcidir (Frankl, 2019, s. 135).
Hayır, bunun yerine şöyle düşünecektir: “Olasılıklar yerine, sadece yapılan işin, yaşanılan sevginin değil, yiğitçe göğüslenen acılar dahil olmak üzere, geçmişimin gerçeklikleri de var. Bu acılar kıskançlık uyandırmasa bile, hayatımda en çok gurur duyduğum şeylerdir.” (Frankl, 2019, s. 136).
“Çelişik niyet” adı verilen logoterapi tekniği, korkunun, korkulan şeyi yarattığı ve aşırı niyetin, arzulanan şeyi olanaksızlaştırdığı gerçeğine dayanmaktadır. Çelişik niyet kavramını Almanca’da, 1939 yılında tanımlamıştım.18 Bu yaklaşımda fobisi olan hastaya, bir an için de olsa, kesin olarak korktuğu şeye niyetlenmesi söylenir (Frankl, 2019, s. 138).
Kısır döngü oluşumunu kıran şey, ister acıma ister aşağılama olsun, nevrotiğin kendine yönelik ilgisi değildir; iyileşmenin ipucu, kendini aşkınlıktadır! (Frankl, 2019, s. 143)
Her çağın kendine ait ortak nevrozu vardır ve her çağ, bununla başa çıkmak için kendi psikoterapisine ihtiyaç duyar. Günümüzün kitle nevrozu olan varoluşsal boşluk, özel ve kişisel bir nihilizm şekli olarak tanımlanabilir; çünkü nihilizm, varlığın hiçbir anlamı olmadığı inancıdır. Ne var ki, nihilistik bir felsefenin çağdaş eğilimlerinin etkisinden uzak kalmadığı sürece, psikoterapi böyle bir olayla kitlesel boyutta başa çıkamaz; aksi takdirde kitle nevrozunun olası bir tedavisini üretmek yerine bunun bir semptomunu temsil eder. Böyle bir durumda psikoterapi nihilistik bir felsefeyi yansıtmakla kalmayacak, ayrıca, istemeden ve farkında olmadan da olsa, hastaya insanın doğru bir tablosundan çok bir karikatürünü aktaracaktır.
İnsanın, biyolojik, ruhsal ya da toplumsal koşulların sonucundan ya da kalıtımla çevrenin ürününden başka bir şey olmadığım ileri süren “nihilizm” öğretisinde, yapısal bir tehlike söz konusudur. İnsana ilişkin bu görüş, nevrotik bir bireyin, zaten inanmaya yatkın olduğu şeye, yanı dış etkilerin ya da iç koşulların kurbanı olduğuna inanmasını sağlar, İnsanın özgür olduğunu reddeden bir psikoterapi, bu nevrotik ölümcüllüğü besler ve güçlendirir.
Kuşkusuz, insan sonlu bir varlıktır ve özgürlüğü sınırlıdır. Bu, koşullardan özgürlük değil, koşullara yönelik bir tavır alabilme özgürlüğüdür. Bir keresinde söylediğim gibi; “Nöroloji ve psikoloji gibi iki alanda çalışan bir profesör olarak, bir insanın, biyolojik, ruhsal ve toplumsal koşullara ne ölçüde tâbi olduğunun tam anlamıyla farkındayım. Ama ben, iki alanda birden profesör oluşumun yanı sıra dört kamptan -yani toplama kamplarından- sağ çıkmış ve bu nedenle, insanın düşünülebilecek en kötü koşullara bile görülmemiş ölçüde direnip göğüs germe yetisine tanıklık etmiş bir insanım.” (Frankl, 2019, s. 143)
Bizim kuşağımız gerçekçi bir kuşak, çünkü insanı gerçekte olduğu şekliyle tanımaya başladık. Her şey bir yana, insan, Auschwitz’in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da Shema Yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlık da insandır (Frankl, 2019, s. 148).
Logoterapide bu tür bir davranış yapısına “aşın niyet” denilmektedir. Bu, soğukluk ya da iktidarsızlık gibi cinsel nevrozların nedenselliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Hasta, kendini unutmak yerine, doğrudan orgazma, yani cinsel hazza ulaşmaya ne kadar çok çaba gösterirse, bu cinsel haz arayışı da o kadar çok kendini engelleyici olur. Gerçekten de, “haz ilkesi” denilen şey daha çok bir neşe yok edicidir.
Bir bireyin anlam arayışı başarılı olduktan sonra bu onu mutlu kılmakla kalmaz, ona, acıyla başa çıkabilecek bir yeti de kazandırır. Peki, kişinin umutsuz anlam arayışı boşa çıktığı zaman ne olur? Bu, öldürücü bir durumla sonuçlanabilir, örneğin, esir kampları ya da toplama kampları gibi aşın ortamlarda bazen meydana gelen olayları anımsayalım. Amerikalı askerler tarafından anlatıldığı kadarıyla, ilk durumda “vazgeçmek” dedikleri bir davranış yapısı kristalleşmiştir. Toplama kamplarındaki davranış ise, sabahın saat beşinde kalkıp işe gitmeyi reddeden, bunun yerine barakada sidik ve dışkıyla ıslanmış samanların üzerinde yatan tutukluların davranışıdır. Hiçbir şey -ne uyanlar ne de tehditler- bu insanların fikrini değiştiremiyordu. Bunun yerine, ceplerinde sakladıkları bir sigarayı çıkarıp içmeye başlıyorlardı. Bunu gördüğümüz an, bu insanların kırk sekiz saat içinde öleceğini biliyorduk. Anlam yönelimi geri çekilmiş ve sonuç olarak anlık haz arayışı duruma egemen olmuştur (Frankl, 2019, s. 151).
Bu, gün be gün karşımıza çıkan bir başka duruma benzemiyor mu? Bununla, dünya çapında kendilerine “no future” (geleceksiz) kuşak adını veren gençleri düşünüyorum. Elbette sığındıkları şey sadece bir sigara değil, uyuşturucular.
Aslına bakılırsa, uyuşturucu sahnesi çok daha genel bir kitle olgusunun, yani varoluşsal ihtiyaçlarımızın engellenmesinden kaynaklanan ve sonuç olarak endüstrileşmiş toplumlarda evrensel bir olguya dönüşen anlamsızlık duygusunun bir yanıdır. Bugün, anlamsızlık duygusunun nevrozların kökeninde giderek artan bir rol oynadığını öne sürenler sadece logoterapistler değildir. Stanford Üniversitesi’nden Irvin D. Yalom’un, Existen(ial Psychotherapy (Varoluşçu Psikoterapi) adlı eserinde dediği gibi: “Psikiyatrik ayakta tedavi kliniğine başvuran kırk hastadan on ikisi (yüzde 30), anlamla ilgili (anketler, terapistler ya da bağımsız yorumcular tarafından değerlendirildiği kadarıyla) önemli sorunlardan şikâyetçiydi.” Palo Alto’nun binlerce kilometre doğusunda durum sadece yüzde bir oranında fark etmektedir; ilgili en son istatistikler, Viyana’da nüfusun yüzde yirmi dokuzunun, yaşamlarında anlam olmadığından şikâyetçi olduğunu göstermektedir.
Anlamsızlık duygusunun nedenine gelince, aşın basitleştirme de olsa, insanların yaşamalarını sağlayacak çok şeyin bulunmasına karşın, uğruna yaşayacakları bir şeyin olmadığı söylenebilir; insanlar araçlara sahip, ama amaçları yok. Elbette bazılarının araçları bile yok. Özellikle bugün işsiz olan insan kitlesini söz konusu ediyorum. Elli yıl önce, “işsizlik nevrozu” dediğim şey den şikayetçi genç hastalarda gözlediğim özel bir tür depresyona ilişkin bir araştırma yayımlamıştım. Bu araştırmada, nevrozun gerçekten de ikili bir hatalı özdeşleşmeden kaynaklandığını gösterebilmiştim: İşsiz olmak, yararsız olmakla eşleştiriliyordu, yararsız olmak ise anlamsız bir yaşam sürmekle. Sonuç olarak hastaları, gençlik dernekleri, kamu kütüphaneleri ve benzeri işlerde gönüllü çalışma konusunda ikna etmeyi başardığımda, bolca sahip oldukları boş zamanlarını ücretsiz, ancak anlamlı bir uğraşla doldurmaya başladıkları an, ekonomik durumlarının değişmemesine ve duydukları açlığın aynı olmasına karşın, yaşadıkları depresyon ortadan kalkıyordu. Bundan çıkan gerçek, insanın sadece refahla yaşamadığıdır (Frankl, 2019, s. 152).
Sosyo-ekonomik durum tarafından tetiklenen işsizlik nevrozunun yanı sıra, duruma göre psikodinamik ya da biyokimyasal koşullara bağlanabilecek başka depresyon türleri de vardır. Buna uygun olarak, sırayla psikoterapi ve farmakoterapi (ilaçla tedavi) önerilmektedir. Ancak anlamsızlık duygusundan bahsediyorsak, bunun bir hastalık (patoloji) konusu olmadığını gözden kaçırmamamız ve unutmamamız gerekir; anlamsızlık duygusu, bir nevrozun belirtisi ve semptomu olmaktan çok, insan olmanın bir kanıtıdır diyebilirim. Ama patolojik bir şeyden kaynaklanmamasına karşın, anlamsızlık duygusu patolojik (hastalıklı) bir tepkiye neden olabilir; başka bir deyişle potansiyel olarak patojeniktir (hastalık yapıcı). Genç kuşakta böylesine yaygın olan kitle nevrozu sendromunu bir düşünün: Bu sendromun bu üç yanının -depresyon, saldırganlık ve uyuşturucu vb. alışkanlığı- logoterapide “varoluşsal boşluk” denilen boşluk ve anlamsızlık duygusundan kaynaklandığım gösteren, gözlem mahsulü çok sayıda kanıt mevcuttur(Frankl, 2019, s. 153).
Kitle nevrozu sendromunun ikinci yanı olan saldırganlıkla ilgili olarak, Carolyn Vood Sherif tarafından yürütülen bir deneyi anacağım. Sherif, izci grupları arasında yapay olarak karşılıklı saldırganlık oluşturmayı başarmış ve saldırganlığın, sadece gençler kendilerini ortak bir amaca -yani kamplarına yiyecek getiren bir arabayı çamurdan kurtarma görevine- verdikleri zaman ortadan kalktığını gözlemiştir. Bu amaç ortaya konur konmaz, bunu bir meydan okuma olarak almakla kalmamış, bir anlam etrafında birleşmişlerdir(Frankl, 2019, s. 155).
Üçüncü konuya, yani uyuşturucu vb. alışkanlığına gelince, Annemarie von Forstmeyer’in sunduğu bulguları anımsatmak isterim: Testlerin ve istatistiklerin de gösterdiği gibi, araştırılan alkoliklerin yüzde 90’ı, dipsiz bir anlamsızlık duygusundan şikâyetçidir. Stanley Krippner tarafından araştırılan uyuşturucu bağımlılarının yüzde 100ü, “her şeyin anlamsız göründüğüne” inanmaktadır (Frankl, 2019, s. 155).
Logoterapi, diğer psikoterapi okulları tarafından getirilen bazı stajyerlik ve lisans koşullarına da uygunluk sağlayabilir. Başka bir deyişle, gerektiği takdirde insan kurtlarla bir olup uluyabilir, ama bunu yaparken, kurt kılığında kuzu olması gerekir. Logoterapinin insan kavramından ve yaşam felsefesi ilkelerinden ayrılması gerekmez. Elisabeth S. Lukas’m da “Psikoterapinin tarihi boyunca, logoterapi kadar dogmadan uzak bir okul olmamıştır,” sözleriyle dikkati çektiği gerçek açısından, böyle bir bağlılığı sürdürmek zor değildir. Birinci Dünya Logoterapi Kongresinde (San Diego, Califomia, Kasım 6-8, 1980), gerek psikoterapinin yeniden insani hale getirilmesi, gerekse “logoterapinin hocalık kavramından arındırılması” konuları üzerinde durmuştum. İstediğimiz şey, sadece “ustalarının sesini” taklit eden papağanlar yetiştirmek değil, meşaleyi “bağımsız, yaratıcı ve yenilikçi ruhlara” teslim etmektir.
Sigmund Freud bir keresinde “Birbirinden son derece farklı bir dizi insanı aynı şekilde açlığa terk edin. Kaçınılmaz açlık dürtüsünün artışıyla birlikte, bütün bireysel farklılıklar bulanıklaşacak ve bunun yerine doyurulmamış bir güdünün tek biçimli dışa vurumu görülecektir,” demişti. Şükürler olsun ki Sigmund Freud toplama kamplarını içerden tanımaktan kurtuldu. Onun hastaları, Auschwitz’deki kuru tahtaların üzerine değil, Victoryen kültürün pelüş tarzı sedirlerine uzanıyordu. Toplama kamplarında “bireysel farklar bulanıklaşmıyordu,” tam tersine daha bir farklılaşıyordu; orada insanların, hem domuzların hem de azizlerin maskeleri iniyordu. Artık “aziz” sözcüğünü kullanmakta tereddüt etmeniz gerekmiyor; Auschwitz’de önce aç bırakılan, sonra da karbonik asit enjeksiyonuyla öldürülen ve 1983 yılında kilise tarafından kutsanarak aziz ilan edilen Peder Maximilian Kolbe’yi düşünün(Frankl, 2019, s. 164).
Kaynakça
Frankl, V. E. (2019). İnsanın Anlam Arayışı. İstanbul: okuyanus.